FARKLI MISIN ''BİTİPPEOPLE''

mehmet okur 

MEHMET OKUR’un hayat hikayesi (1)
İstanbul’dan Bursa’ya uzanan yolda küçük bir sahil kasabası olan Yalova’da, 26 Mayıs 1979’da doğdu Abdullah ve Nimet Okur’un tek oğulları Mehmet Okur. Okur çiftinin ilk çocuğu, Mehmet’ten 7 yıl önce, 1972’de doğan kızları Yasemin’di. Mehmet’ten 7 yıl sonra, 1986’da ise çiftin ikinci kızı Seda dünyaya geldi. Bu beş kişilik ailenin kökleri ise bir taraftan Bosna’ya ve diğer taraftan ise günümüzde büyük bir bölümü Gürcistan sınırları içerisinde bulunan büyük Kafkasya’ya ve Ukrayna’ya dayanıyordu. Mehmet Okur’un ismini aldığı kişi olan büyük büyük babası Mehmet Bey, Bosna-Hersek’te imamlık yaparken Türkiye’ye, Adapazarı’na göç etmiş. Onun oğlu Mahmut ise Zehra adında bir kızla evlenmiş ve Abdullah’ı dünyaya getirmişler. Nimet Okur’un ailesi ise dünyanın farklı bölgelerinden gelmişler. Annesi Fatma Hanım Ukrayna vatandaşı iken, babası Süleyman Baştimur ise bir Kafkasyalı imiş. Kısacası Abdullah ve Nimet Okur’un kaderlerini birleştiren ve bir aile kurmalarını sağlayan, dünyanın farklı bölgelerinden Türkiye’ye göç eden ve onları burada dünyaya getiren ataları olmuş. Onlara göre sahip oldukları genler, birlikte yarattıkları yeni jenerasyonun geleceğinde büyük etkiye sahip. Örneğin Mehmet’in sahip olduğu güç ve dayanıklılık büyükannesi Fatma’nın kişiliğinin mükemmel bir yansıması niteliğinde. Halen hayatta ve sağlıklı olan Fatma, gençliğinin büyük bir bölümünü II. Dünya Savaşı sırasında Polonya’daki Alman toplama kamplarında geçirmiş. Bugün Ukrayna olarak adlandırılan topraklarda gerçekleşen Nazi istilası sırasında esir alınan Fatma Hanım tam anlamıyla cehennemi yaşamış. Çoğu günler kuru bir ekmek parçası ile yaşamını devam ettirmek zorunda kalmış. Ancak hayatta kalacak kadar zeki ve dayanıklıymış. Kısa zamanda Almanların çoraplara ve saçlara ekstra dikkat ettiğini fark eden Fatma Hanım, çoraplarını olabildiğince temiz ve saçlarını mümkün olduğunca toplu tutmuş. Bu sayede ve kampta görevli onbaşıya ölmüş olan kızını hatırlatıyor olmasının da sayesinde Fatma Hanım kampta diğer mahkumlara oranla çok daha özgür hareket etme şansını yakalamış. Kampı çevreleyen dikenli tellerin altından gizlice geçerek ve nöbetçileri atlatarak kampın yanındaki patates tarlasına giderek patates toplayan Fatma Hanım, büyük zorluklarla taşıdığı patatesleri kamptaki kömür ocağında pişirerek diğer mahkumlara dağıtacak kadar cesur, akıllı ve merhametliymiş. Gerçek bir beyefendi olan Süleyman Baştimur ise Akdeniz Olimpiyatları’nda güreş dalında şampiyonluğa ulaşan bir sporcuymuş. Müthiş bir güreşçi olan Süleyman Bey hiç kuşkusuz farklı koşullar altında sonraki yıllarda Dünya ve hatta Olimpiyat şampiyonu olabilecek yeteneğe de sahipmiş.

Abdullah Okur, ailesi buraya taşındıktan sonra Yalova Belediyesi’nde çalışmaya başlayan bir memurdu. İş konusunda oldukça becerikli olan Abdullah Bey, ucundan tuttuğu her işin altından kalkabilen ve ailesi için her zaman elinden gelenin en iyisini yapan bir adamdı. Sıfırdan başlamak hiçbir zaman kolay olmadı. Diğer birçok göç etmiş aile gibi Okur’lar da hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle de Mehmet ve kız kardeşleri için hayatın ilk yılları pek de kolay olmadı. Mal varlıkları yoktu, ancak aile içerisinde her zaman sevgi ortamı hakimdi ve aile üyeleri birbirlerine destek olmak konusunda fazlasıyla cömertti.

Nimet Okur büyük kızları Yasemin’i de, Mehmet’i de evlerinde bir ebe yardımıyla doğurmak durumunda kalmıştı. Belediye için çalışan Sevim adındaki ebe Nimet Hanım Mehmet’e henüz bir aylık hamileyken kendisine sağlıklı ve iyi bir erkek çocuk sahibi olacağını söylemişti. Ebeler arasında yaygın bir yöntem olan bu tahmin konuşması hem annelere yardımcı olmak, hem de doğum bittiğinde iyi bir bahşiş almak için yapıldığından, Nimet Hanım ebe’nin sözlerini pek de dikkate almamıştı. Fakat ebe’nin ısrarlı kehaneti, 1½ aylık bir bebek olan Mehmet’i ilk kez doktora götürdüklerinde halen Nimet Hanım’ın kulaklarında çınlıyordu. Mehmet tam 63 cm. boyundaydı. Karamürsel’de bir A.B.D. Donanma Üssü vardı. Orada Mehmet’i muayene eden bir doktor Abdullah ve Nimet Okur çiftine, oğullarının Amerikan standartlarının dahi üzerinde bir büyüme göstereceğini söyledi. I. Dünya Savaşı sırasındaki zorlu yıllar sonrasında II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’de yaşanan kıtlık; bebekler, genç erkekler ve bayanlar için “Amerikan Standartı” kavramını Türk aileleri için son derece önemli bir ölçü birimi haline getirmişti. Bu olaydan yıllar sonra, aynı doktorun bir tatil sırasında Okur ailesiyle karşılaşması ve boyu 2 metreyi aşan Mehmet’i gördükten sonra Nimet Okur’a dönerek “Ben size söylememiş miydim?” demesi ise çok ilginç bir tesadüf ve unutulmayacak bir olaydı.

Bugünkü haline bakarak Mehmet’in kolay bir bebeklik dönemi geçirdiğini ve çabucak büyüdüğünü düşünmek büyük bir hata olur. Neredeyse 1½ yaşına kadar Mehmet oldukça kötü bir öksürükle boğuştu. Doktorların bronşit teşhisi koyduğu bu rahatsızlık, Mehmet’in geceleri uyumasını güçleştirirken, anlaşılamaz bir şekilde öksürük gecenin karanlığı çöktükçe ve zaman geçtikçe daha da kötüye gidiyordu. Ebeveynlerin çok iyi bildiği üzere uyumayan bir bebek aynı zamanda uyumayan aileler demektir. Abdullah Okur’un yoğun ve yorucu iş temposu nedeniyle Mehmet’in yatağının başında 1½ yıl boyunca her gece beklemek anne Nimet Okur’a düştü. Bebeğini uyutabilmek için akla gelebilecek her türlü yöntemi deneyen Nimet Okur denemelerinden bir tanesinde bir nebze olsun başarıya ulaştı. Mehmet’i ayağında sallayarak uyutmayı deneyen Nimet Hanım bu uğraşında kısa periyotlar için de olsa zaman zaman başarıya ulaşmanın zevkini ve mutluluğunu yaşadı. Kimi geceler Tanrı’ya 10-15 dakikalık deliksiz bir uyku için yalvaracak duruma gelen Nimet Hanım, Mehmet neredeyse 2 yaşına geldiğinde doktorların verdiği bir haberle sarsıldı. Doktorlar küçük Mehmet’in astım olduğunu söylemişti. Derin bir üzüntü yaşayan Nimet Hanım buna rağmen yılmadı ve bir an önce oğlunu bu hastalıktan kurtarabilmenin arayışına girdi. Aile çevresinde astımı olan bir akraba bulan Nimet Hanım, ondan saf zeytinyağına yatırılmış “damla sakızının Mehmet’e iyi gelebileceğini öğrendi. Saf zeytinyağında tam sekiz gün dinlendirdiği damla sakızını dokuzuncu gün koca bir kaşıkla küçük Mehmet’ine verdi. Bu mucize iksir(!)in yarattığı sonuç ise formülü veren kişiyi dahi hayrete düşürecek nitelikteydi. Mehmet’in vücudu mümkün olan her şekilde solunum yollarındaki balgamı dışarı atıyordu. Nimet Okur o günü oğlunun yeniden doğduğu gün olarak ilan etti.

Artık sağlık problemlerinden kurtulmuş olan Mehmet, günde ortalama 4 litre taze süt içiyordu. Mehmet’in her geçen gün artan iştahı da heybetli bedenine ihanet etmiyordu. Sürekli büyükannesine giderek annesinin hazırladığı porsiyonların kendisine yetmediğinden yakınan Mehmet, daha fazlasını istiyordu. Fatma Hanım ise onun favorisi olan tostu mümkün olan en büyük şekilde hazırlamakla meşgul oluyordu. Büyükannesinin iki, üç ve hatta dört katlı dev tostlarını büyük bir afiyetle yiyen Mehmet, ne var ki kazandığı enerjiyi derslerine kafa yorarak değil, Atari salonlarında vakit geçirerek harcıyordu. O dönemde Türkiye’nin büyük şehirlerinde mantar gibi çoğalan Atari salonlarına diğer tüm çocuklar gibi büyük ilgi duyan Mehmet, gününün büyük bölümünü Atari oynayarak ya da futbol oynayarak geçiriyordu. Ama çocuklar Atari salonlarında değil, ders başında vakit geçirmeliydi. Küçüklüğünden itibaren pratik ve keskin bir zekaya sahip olan Mehmet de bunun pekala farkındaydı. Bu yüzden haylazlıklarını örtbas etmek için okul konusunda elinden gelenin en iyisini yaptı. Okul tarafından eve gönderilen uyarı mesajlarını postacının posta kutusuna atmasını sabır ve dikkatle bekleyen Mehmet, anne ve babası görmeden bunları ele geçirerek imha etmek konusunda uzmanlaşmıştı. Okul çareyi her gün Mehmet’i okula getirmesi için Atari salonuna bir çocuk göndermekte buldu. Ancak Mehmet çocuğu karşısında her gördüğünde sinirlenmeden önce orayı terk etmesini istiyor ve amacına da ulaşıyordu. Devamsızlığının 19. gününde neyse ki okuldan gelen uyarı mesajı Abdullah ve Nimet Okur çiftine ulaştı. O gün mesajın eve ulaşması hayati önem taşıyordu çünkü Mehmet okulu bir gün daha kırmış olsa, bir dönemde 20 gün devamsızlık yaptığı için okuldan atılmış olacaktı.

Abdullah Bey ve Nimet Hanım, küçük Mehmet’in okula ve derslerine olan ilgisini canlandırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Aslında Mehmet son derece zeki bir öğrenciydi ve şayet okula biraz olsun vakit ayırabilmiş olsaydı hiçbir problem yaşamayacaktı. Sonunda ailesi Mehmet’in gerçek dünya ile tanışması gerektiğine karar verdi. Bu şekilde Mehmet’in okulun kıymetini anlayacağını ve okula daha bir tutkuyla bağlanacağını düşünmüşlerdi. İlk önce Abdullah Bey, eski Dodge kamyonetinin arkasında plastik araç-gereçler satacak bir akraba buldu. Henüz 13 yaşında bile olmayan Mehmet kamyoneti kullanacak olan kişiydi. Her ne kadar ailesi onun iş hayatının yoruculuğu ve acımasızlığı karşısında yılarak okul hayatına dönmek isteyeceğini düşündüyse de Mehmet yaptığı işten ve kariyerinden son derece memnundu. Direksiyon arkasında, genç Mehmet ileride Formul 1 şoförü olabilecek gelişmeyi gösteriyordu. Bu durumun Memo için bir eğlenceye dönüştüğüne kanaat getiren Abdullah Okur amacına bu yolla ulaşamayacağını anlayınca taktik değiştirdi ve Mehmet’i Yalova Belediyesi için çalışan bir çay bahçesinde işe koydu. Mehmet burada saatlerce çalışacak ve çay bahçesine gelen müşterilere sıcak çay servisi yapacaktı. Abdullah Bey’de, sağdan soldan emir almaya alışık olmayan Mehmet’in bu işten sıkılarak kısa bir süre içerisinde okula dönmek isteyeceği yönündeki düşüncesi hakimdi. Bu arada kaçınılmaz bir gerçekse Mehmet’in boş zamanlarında oynadığı futbola olan düşkünlüğü idi. Yalova Acar Spor Kulübü altyapısında kalecilik yapan Mehmet gelecek vadeden bir oyuncu olarak gösteriliyordu. Ancak zamanla küçük bir sorun, aslında bir boyut sorunu ortaya çıktı. Futbol kalesi Mehmet’in önünde durması için çok küçük kalmaya başlamıştı. Hayat çoğu zaman insanın doğru zamanda, doğru yerde olmasından ibarettir. Mehmet’in ilk kez doğru zamanda doğru yerde oluşu, o yaşına kadar çok az ilgi gösterdiği bir sporu yaparken gerçekleşti. O dönemde popüler olmaya başlayan NBA (A.B.D. Ulusal Basketbol Ligi) maçlarını seyretmeye ve gelişmeleri takip etmeye çalışıyordu. Devlet televizyonu “TRT” bazen NBA maçlarını ekrana getiriyor ve Mehmet de bu maçları izliyordu. NBA maçlarını izlemesine rağmen gerçek bir basketbol maçında yer almak Mehmet için birbirinden çok farklı iki olguydu. Ancak Mehmet televizyondan öğrendiklerini bir gün sokakta uygulamaya çalışırken Orhan Gazi Göktaş fabrikaları basketbol antrenörü Ahmet Bey’in dikkatini çekti. Mehmet’te büyük bir potansiyel olduğunu fark eden tecrübeli antrenör Mehmet’in takımıyla birlikte idmanlara çıkmasını sağladı.

Yeteneğinin yanı sıra, 14 yaşına basmaya hazırlanan Mehmet’in neredeyse 1.92 metreyi bulan boyu da fark edilmeye başlandı. Abdullah Okur da artık futbolun sadık bir Fenerbahçe taraftarı olmanın ötesinde Mehmet’in geleceğinde bir yere sahip olamayacağını anlamıştı. Diğer yandan Mehmet’in okula olan ilgisizliğini ve onun bir alim olmayacağı gerçeğini de kabul eden Abdullah Bey, oğlunun basketbol ile daha ciddi bir şekilde ilgilenmesinin zamanının geldiğine karar verdi. Doğrusu ailelerin çocuklarını basketbol öğrenmeleri için eğitimli antrenörlere 7-8 yaşında emanet ettikleri gerçeği düşünüldüğünde 14, basketbola başlamak için pek de ideal bir yaş değildi. Buna rağmen Abdullah Okur oğluna duyduğu büyük güven ve inanç ile hareket ederek, Mehmet’in tıpkı yapmaktan hoşlandığı diğer aktivitelerde olduğu gibi (futbol oynamak, araba kullanmak vb.) basketbolda da başarılı olacağından emindi.

Abdullah Bey birçok alanda çevresinin geniş olduğunu iyi bildiği teyzesinin oğlu Cevat Pilav’a telefon etti. Cevat Bey’den kuzenine gelen öneri ise Bursa’da faaliyet gösteren Türkiye Birinci Basketbol Ligi kulüplerinden Oyak Renault’un genel menajeri Atilla Tapşın’ı ziyaret etmesi oldu. Bu noktada Mehmet için bir başka olumlu gelişme de Oyak Renault’un şampiyonluk hedefleyen bir takım olmaktan çok, altyapısına önem veren bir kulüp olmasıydı. Bursa’nın, Yalova’dan araba ile sadece 1,5 saat uzaklıkta oluşu da Okur ailesinin küçük oğullarını ziyaret edebilmesi ve onun maçlarını seyredebilmesi için elverişli bir durumdu. Oyak Renault 1. Ligde iyi bir durumdaydı ve kulübün başkanı da yakın bir akrabanın arkadaşıydı. Sonuç olarak Mehmet’in basketbol kariyerine başlaması için her şey hazırdı. Böylece kale çizgisinden serbest atış çizgisine geçiş de tamamlanmış olacaktı. Aslında okul hayatının sona ereceği düşünüldüğünde, basketbol Mehmet için kutsal sayılabilecek bir fırsattı. Okula döndü ve sonunda Cem Sultan Lisesi’ni bitirdi.

Photo Gallery: MEHMET OKUR

© 2008 All rights reserved.

Ücretsiz web sitesi oluşturun!Webnode